Adalet, insan onurunun en vazgeçilmez dayanağıdır. 14 Haziran Uluslararası Adil Yargılanma Hakkı Günü ise hukukun üstünlüğünü ve bireysel hakların dokunulmazlığını hatırlamak için önemli bir vesiledir. Adil yargılanma hakkı, yalnızca mahkemelerde yürütülen yargılamaların değil, özgür ve eşit bir toplum düzeninin de temel taşıdır. Bir hukukçu olarak bu anlamlı günde, ülkemizde yaşanan hak ihlallerinin yarattığı derin tahribatı göz ardı edemiyorum.
Bu hak; bağımsız ve tarafsız mahkemelerde yargılanmayı, etkin bir savunma imkânını, makul sürede karar alınmasını ve masumiyet karinesinin korunmasını kapsar. Ne yazık ki Türkiye’de özellikle son yıllarda bu temel güvencelerin her birinin ciddi biçimde aşındığını gözlemlemek kaçınılmaz hale gelmiştir. Yargı kararlarının siyasi atmosferden bağımsız verildiğine dair inancın giderek zayıfladığı bir dönemdeyiz. Bir hukukçu olarak, içerikten çok konjonktüre göre şekillenen kararlarla karşılaştığım davalar, adalete duyulan güvenin nasıl sarsıldığını acı bir şekilde göstermektedir.
Savunma hakkının sınırlandığı yargılamalar, tutuklu sanıkların avukatlarıyla gizliliğe aykırı koşullarda görüştürüldüğü olaylar ve savunmanın cezalandırılmaya çalışıldığı süreçler, savunma müessesesinin ne denli örselendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Oysa savunmanın etkin olmadığı bir yargılamada adaletten söz etmek mümkün değildir. Kimi duruşmalarda, savunma süresinin kısıtlanması, dosya içeriklerinin zamanında paylaşılmaması veya delillere erişim imkânının engellenmesi, bu hakkın yalnızca kâğıt üzerinde kaldığını göstermektedir.
Makul sürede yargılanma ilkesi ise neredeyse unutulmuş bir kavram hâline gelmiştir. Yıllarca karar beklemek zorunda kalan bireyler, belirsizlik içinde hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadır. İddianamelerin yıllarca hazırlanmadığı, tutukluluk sürelerinin keyfi biçimde uzatıldığı pek çok dosya mevcuttur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da 2018’den bu yana, onlarca hâkim ve savcı hakkında uzun tutukluluk ve iddianamenin gecikmesi gerekçesiyle tazminat kararı verilmiş olmasına rağmen, bu ihlallerin önüne geçilememiştir. Türkiye’de adalet yalnızca gecikmekle kalmamış, neredeyse durma noktasına gelmiştir. Adalet geciktiğinde veya tamamen aksadığında, toplumun vicdanı da çürümeye başlar. Zira adalet, ancak zamanında ve etkin bir şekilde tecelli ettiğinde gerçek anlamını bulur. Hakkında yıllarca karar verilmeyen her dava dosyası, bir insanın hayatını askıya almakta; ailesinden kariyerine, sağlığından umuduna kadar her alanı olumsuz etkilemektedir. Duruşma gününü umutsuzca bekleyen insanların sessiz çığlıklarına defalarca şahit oldum.
En ağır ihlallerden biri ise masumiyet karinesinin hiçe sayılmasıdır. Hakkında henüz kesinleşmiş bir hüküm bulunmayan bireylerin, medya organlarında suçlu ilan edilmesi toplumda telafisi güç zararlar doğurmaktadır. Beraat eden fakat kamuoyunda mahkûm edilmiş bireylerin, yaşadıkları damgalanmanın etkisinden yıllarca kurtulamadığını üzülerek gözlemliyorum. Masumiyet karinesi, yalnızca yargılamanın adilliğini değil, bireyin toplumsal itibarını da korur. Bu temel ilkenin çiğnenmesi, adalet sisteminin meşruiyetine ciddi şekilde zarar vermektedir.
14 Haziran’ı anarken, özellikle 2016 sonrası süreçte yaşanan ağır hak ihlallerini unutmamız mümkün değildir. Binlerce hâkim, savcı, polis, asker, öğretmen ve farklı meslek gruplarına mensup bireyler, adil bir yargılama süreci işletilmeden ihraç edilmiş, tutuklanmış, mal varlıklarına el konulmuş, özel mülkiyetlerine kayyum atanmış ve kurumlar sistematik şekilde yağmalanmıştır. Bu süreç, yalnızca yargı bağımsızlığını değil, toplumun adalet duygusunu da derinden sarsmıştır. Üstelik bu hukuksuzluklar günümüzde de devam etmekte ve toplumun her kesiminde ciddi bir hukuki güvensizlik yaratmaktadır. Türkiye, uluslararası kamuoyunda ne yazık ki bir “açık cezaevi” olarak tanımlanmaktadır. İnsanların malı, canı ve özgürlüğü konusunda endişe taşıdığı bir ülkede, yargının bağımsızlığından ve güvenli bir hak arama ortamından söz etmek imkânsız hâle gelmiştir.
Bugün hukukçular olarak yalnızca bu kayıpları kayda geçirmekle yetinmeyip, yeniden adil bir hukuk düzeninin inşası için mücadele etmek gibi ağır bir sorumluluğumuz olduğunu biliyoruz. Çünkü adil yargılanma hakkının ihlali, yalnızca bireysel mağduriyetler doğurmaz; aynı zamanda demokrasinin temel direklerini de çökertir. Adil yargılanma hakkı en çok otoriter devletlerde çiğnenmektedir ki, bu nedenle bu hak, devletlerin iç hukuku sorunu olmaktan çıkarılmalı ve uluslararası bir netlik ve güvence altına alınmalıdır. Bu sorumluluk tüm uluslararası oluşumların ortak görevi olmalıdır. Zira devletler zaman zaman farklı nedenlerle yargılamalarının adil olmasını sağlamaktan uzaklaşma eğilimindedirler. Biz hukukçuların bir görevi de uluslararası oluşumlara bu sorumluluklarını hatırlatmak olmalıdır.
Adil yargılanma hakkı, yalnızca sanıkların değil, bir toplumun özgürlük güvencesidir. Bu hak örselendiğinde demokrasi yara alır, hakikat sessizliğe gömülür. Bir hukukçu olarak, adil yargılanma ilkesinin korunmasına olan inancımı her geçen gün daha da pekiştiriyorum. Çünkü adalet, sessizlikle değil, kararlı bir direnişle var olur. Bugün sesimizi yükseltmezsek, yarın sessizlik bile bir suç ortaklığına dönüşecektir. Bu bilinçle, adalet mücadelesinin bir tercih değil, insanlık onurunu koruma zorunluluğu olduğuna inanıyorum.