HÜRRİYET YOLUNDA

HÜRRİYET YOLUNDA

“Adalet göğün direğidir, yıkılırsa, gökyüzü yerinde durmaz.”
Kutadgu Bilig / Yusuf Has Hacip
2013 Öncesinde mesleğimizi ağır aksak da olsa da yürüttüğümüz bir yargı sistemimiz
vardı.
Kapalı kapılar ardında devlet içinde yüz yıldır yerleşmiş karanlık kirli yapıların
mensupları ile yolsuzluklara batmış hükümet arasında konsensüs sağlandı. Hersey
ondan sonra değişti.
Hep filmlerde gördüğümüz bir gecede değişen hayatlardan birinin figüranı olmuştuk.
Adeta soykırım benzeri bir tenkile uğruyorduk. Evlerimiz, ofislerimiz basılıyor, korkunç
gözaltı görüntüleri eşliğinde masum kadınlar, yaşlılar, gençler, hastalar derdest
ediliyordu.
O meş’um günler adeta karabasan gibi üzerimize çökmüştü.
Hitlerin Parlamento yangını çıkarıp -uzun bıçaklar gecesi- gibi tüm muhalif gördüğü
insanları toplama kamplarında topladığı gibi, gözaltı merkezlerinde topluyorlar, günler
ve geceler boyunca işkence ediyorlardı.
Kaçabilen arkadaşlar ülkeyi terkedip Mülteci pozisyonuna düşüyordu.
Ben de uzun bir süre bu sürecin bir gün biteceği ümidiyle gizlenmek zorunda kaldım. Ne
zaman ki, AIHM Turkiye’de bir zulüm olduğunun geç de olsa farkına vardı, Yalçınkaya
kararını verdi; işler düzelir mi acaba umuduna kapıldık. Heyhat, yürütme, yargı, yasama
elele zulümlere payanda oluyorlardı. Müştereken hukukun katili oldular.

AIHM kararlarını uygulamadıkları gibi derece mahkemeleri birbirlerinin kararlarını da
tanımıyorlar ve kavga ediyorlardı. Yargıtay, verdiği kararlardan dolayı AYM üyeleri
hakkında suç duyurusunda bulunuyordu. Rezaletlerin bini bir paraydı ve artık her gün
yakalanma korkusuyla yaşamaktan kurtulmanın vakti gelmiş ve hatta geçmişti.
Bir gece apansız bir kafilenin içine katılıp, tehlikeli bir yolculuğa çıktım.
Bir yiğit gurbete gitse
Gör başına neler gelir
dediği gibi bir türküde, bir meçhule doğru yola çıktım.
Her şeyimi sıfırladım. Zaten el konulan Bankasya’da bütün birikimlerim gitmişti.

Bir gece yarısı her an yakalanma korkusuyla yola çıktık. Yollarda çevirmeye takılmamak
için tüm duaları ediyordum. Çok şükür bir kaç tehlikeye rastgelsek de sınıra ulaşabildik.
Gece yarısını bekleyip en zorlu kısıma geçmiş olduk.
Ülkemde bir çok insanın hayallerini süsleyen bir mesleği icra ederken, bir anda göçmen
kaçakçılarının eline düşmüştük.
Zorlu bir yolculuktan sonra, ormanlık ve çalılık bir alanın içinden gizlice, önümüzü bile
görmeden saatlerce yürüyüp Meriç’e ulaştık. Botu şişirdiler kaçakçılar, suya indirdiler,
lakin kullanmayı bilmiyorlar. Ufacık bota 8 kişi bindirdiler. Yetmezmiş gibi bot su almaya
da başlamıştı. Nehrin ortasında dönüyorduk. Zor bela kıyıya yaklaşabildik. Mecburen
suya atladık, sırılsıklam olduk. Kadınları ve çocukları da taşımak zorunda kaldık.
Karşı kıyıda sabaha kadar bekledik. Sonra yola revan olduk. Çok şükür ki karşıda büyük
bir tehlikeyle karşılaşmadık. Kendi ülkemde şaki gibi aranırken, kaçak girdiğim ülke bana
hürriyetin kapılarını aralamıştı. Jan Valjan gibi, peşinde rejimin Javer’lerinin tarassutu
altında yaşamaktan kurtulma yolunda ilk adımı atmıştım.
Sonra hürriyet talep edeceğimiz ülkeye doğru yeni bir yola çıktık ve nihai menzilimiz
İsviçre ‘ye gelmiş olduk
Burada da türlü sıkıntılara muhatap olsak da, en azından hür bir şekilde gezip
dolaşıyordum. 8 sene bir yerde tıkılıp kalmış olmanın psikolojik baskısını üzerimden
atmak için mütemadiyen yürüyordum dağlarda, taşlarda. Tıpkı Yahya Kemal’in
“Benzetmek olmasın sana dünyada bir yer: Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri”
dediği 35 sene yaşadığım İstanbul’a adeta sisli bir veda gibi hüzünle de olsa, hür bir
şekilde dolaşıyorum.

Henüz mültecilik sürecinin içinde bir insan olarak daha ne kadar çekilecek çilemizin
olduğunu bilemiyorum. Ama benimle aynı durumda, hatta daha zorlu bir hayattan
gelmiş yüzlerce kişi tanıdım. Her birinin hikayesinde nice acılar yaşandığına şahit
oldum. Hatta kendi derdimi bile unuttuğum hikayeler dinledim.
Koskoca bir dünya diktatörlerin, otoriter ve totaliter rejimlerin kontrollerine girmiş,
sadece ufacık bir coğrafyada hürriyet ve huzur arıyorduk.
Şu kısacık hayatımızda bir tutam mutluluk ve hürriyete hasret kalmıştık. Bir mütefekkirin
“ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam”. dediği gibi milyonlarca mazlum insan
doğduğu vatanlarından koparılıyor ve diline, adetine âşinâ olmadığı ecnebi memleketine
muhtaç oluyordu.
Yeraltı kamplarında,türlü türlü zorluğa göğüs germeye çalışan göçmenler, oturum
alsalar da çileleri bilmiyordu.

İntibak etmeye çalıştığı yeni yabancı kültüre ve kalibresinin çok altında çalışmak
zorunda kaldığı yeni işlere katlanmak da cabası idi. Çoğu Mülteci zaten bunca sıkıntının
ve zorluğun altında kalıyor ve ötelere göçüyordu. Ölüm de adeta mültecinin koyun
koyuna yaşadığı bir yoldaşıydı.
Temennim, belli periyodlarla tekerrür edip duran hercümerçlerin artık durması. Heyhat
ki, bu döngü maalesef hiç bitmeyecek, kavimler göçüne her asırda yeni şekillerde
muhatap olmaya devam edecek bu yaşlı ve yorgun dünya.
Savaş, kan, zulüm, tenkil hiç durmuyor. Eline gücü geçiren tüm kifayetsizler dünyayı
zulme boğuyor maalesef.
Biz avukatların tavrı ne mi olmalı?
Avukat P.A. Berryer, ölüm döşeğinde iken, ziyarete gelenler sorarlar:
“Üstad, zamanında ayaklarınızın altına hazineler serdiler; neden almadınız?”
“Almam için eğilmem gerekiyordu. Eğilemedim bir türlü.”
Bir türlü eğilmeyen avukatlarımızın günü de kutlu olsun…
Lakin biz son nefesimize kadar adaleti, hukuku, hürriyeti savunmaya devam edeceğiz.
Bu kendimize ve insanlığa karşı hem görevimiz hem de ödevimiz

Leave a Comment

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir